Her yıl 10 Aralık günü İnsan Hakları Günü olarak kutlanır. Bu sene de çeşitli platformlarda konferanslar düzenlendi, konuşmalar yapıldı, ana akım medyada haber ve yorumlar sunuldu, köşe yazılarında değerlendirmeler yapıldı.

Konuşulan ve yazılanların neredeyse tamamında eleştirel bir dil kullanıldı.

Nasıl kullanılmasın…

İnsanlığın ortak aklı, sırf insan olduğu için onurlu bir yaşamı hak eden kendisi için koruyucu bir mekanizma inşa edemedi.

İnsani değerler, ilkeler ve normlar yazıldı ancak Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde kayıt altına alınarak deklare edilen bu değerler hiçbir zaman tam manasıyla çalışmadı. Mesela son dönemlerde yakın coğrafyamızda cereyan eden olaylar, insanı insanlığından utandırmanın da ötesinde.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 1'inci maddesinde belirtildiği veçheyle, dünyada, özellikle mazlum coğrafyalarda insanlar değer ve hak bakımından eşit haklara sahip değil. Bildirgenin 3'üncü maddesinde herkesin hakkı olarak belirtilen yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği Suriye’de, Gazze'de, Filistin'de geçerli değil.

Ortadoğuda izlediğimiz insan hakları ihlallerini savaş kelimesiyle izah etmek konuyu konuşulabilir hale getiriyor ancak kendi ülkemizde şahit olduğumuz ihlalleri anlamakta zorlanıyor insan.

Gelir adaletinin bozulması nedeniyle ekonominin baş aktör olduğu sorunlar listesinde kadın cinayetleri, çocuk istismarı, uyuşturucu ve suç örgütlenmeleri almış başını gidiyor. Yenidoğan çetesi, Ayhan Bora Kaplan Çetesi, Daltonlar, Redkitler, Barış Boyun grubu, Anucurlar, Camgözler, Gündoğmuşlar, Atız-Casper’lar… Suça, suçluya ve operasyonlara isim bulmakta zorlanıyor yetkililer. Ülkemiz, hurdaya çıkmış araba gibi. Arabanın kornasından başka her yerinden ses geliyor.

İnsan hakları ihlali denilince çoğunlukla resmi otorite yetkisine haiz görevlilerin neden olduğu ihlaller akla gelir. Halbuki madalyonun öteki tarafında, vatandaşın vatandaşa karşı işlediği suçlar, hak ihlalleri var.

Devlet tabii ki boş durmuyor. Güvenlik güçleri suç ve suçluyla mücadele ediyor. Hapishane, tutuklu ve hükümlü sayısı giderek artıyor ama kalıcı bir iyileşme hissedilemiyor.

Bu durum çift yönlü bir soruna işaret ediyor. Hapishanelerde ne tür ihlallerin işlendiğini konu ile ilgili STK temsilcileri takip etsin ve raporlamayı sürdürsün. Öte yandan hakları ihlal edilmiş, örneğin yakını cinayete kurban gitmiş, maddi ve manevi zarara uğramış, yani hakları ihlal edilmiş mağdur insanlar için kurulmuş bir mekanizma yok. Bu insanların uğradıkları hak kayıplarını kısmen dahi olsa telafi edecek bir düzeni kimse konuşmak bile istemiyor. Gerek dünyada gerekse ülkemizde kabul edilmiş ceza sistemi; mağdur edilmiş, acı içine itilmiş insanların haklarını telafi etmekte tamamen çaresiz.

Halbuki en büyük insan hakları ihlali, mücrimlerin yaşattıkları acılardır, neden oldukları maddi manevi zararlardır.

Maalesef başta ekonomik olmak üzere sağlıkta, eğitimde, güvenlikte, asayişte, alışverişte, çarşıda pazarda, kısacası her yerde kriz var.

Mevcut durum sürdürülebilir olmaktan çok uzak. İçine düştüğümüz bu kriz ve yozlaşma girdabından çıkmanın yollarını adalet alanındaki çürümeden başlamak üzere aramak lazım.

Hitabeti ile ünlü Romalı devlet adamı Marcus Tullius Cicero, “Kendi doğumundan önce olup bitenleri öğrenmeyenler ömür boyu çocuk kalmaya mahkumdur.” der. Bizden önce neler yapılmış, ivedilikle incelemek gerekir.

Toplum olarak birçok konuda olduğu gibi insan hakları konusunda da çocukça tepkiler veriyoruz. Konu gündeme gelince genellikle darbe dönemlerinden sonra yaşanmış ihlaller hatırlatılarak bugün aslında iyi durumda olduğumuz tezi ileri sürülür. Geçmişi bilmeyenler de buna inanır.

Halbuki kötü örnek örnek gösterilemez ve durum gerçekten iyi değil.