Mekke’den Medine’ye göç başta olmak üzere, tarihleri farklı olsa da, dini alanda pek çok olay hicri takvimin birinci ayı olan Muharrem ayına denk gelmiştir.1400 yıldır Müslümanların iyileşmeyen yarası olmaya devam eden Kerbelâ olayı da, Muharrem ayında meydana gelmiş ve İslam ümmetindeki ayrışmanın, kırılma noktasının simgesi olmuştur. Planlaması, uygulaması ve günümüze kadar gelen sonuçları itibariyle İslam tarihin en büyük, en organize ve en derin ayrışma yaratan “fitne” hareketidir.
Kerbela’ya ve daha sonraki olaylara giden yolu tam anlamak için, evveliyatı konusunda temel olarak, Hz. Osman’ın halifeliği döneminden başlayıp olayları bütünlük içinde değerlendirmek lazım. Halife Hz. Osman’la (RA) aynı kabileden olmanın etkisi ile Şam valisi Muaviye’nin, kendi akraba ve yakınlarını devlet yönetiminde söz sahibi yapmaya başlaması, yine bu kesimin devlet hazinesinden haksız menfaat sağladığı ve toplumdan kopuk şatafat içinde yaşamaları, haksız uygulamalarla ilgili iddiaları arttırır. Şikâyetler sonucu halk arasında çıkan hoşnutsuzluğun, yine aynı kesim tarafından kaşınması, yönlendirilmesi ile Hz. Osman’a (RA) ve yönetimine karşı büyük bir tepki oluşmasına yol açılmıştır. Öyle ki, provoke edilen bir grup Hz. Osman’ın (RA) evini basarak şehit edilmesine yol açılmıştır. Hz. Osman’ın (RA) evi kuşatıldığında, bunu dağıtacak güç ve imkân varken buna mani olan, Hz. Osman (RA)’ ın katledilmesine yol açan aynı fitneciler, daha sonra suikasta katılanların bulunamadığı ve bunda yeni Halife Hz. Ali’nin (RA) ihmali ve hatta dahli olduğu kışkırtmasını işlemişlerdir. Huzursuzluk körüklenmiş, bu günkü tabirle terörize edilen gruplar oluşturularak kışkırtılmıştır.
Müslümanların ikiye ayrılarak yapılan Sıffin Savaşı ve hatta Cemel Vakası gibi savaşlar, içten içe işlenen bu sistematik fitne akımı sonucu olmuştur. Daha sonra, Hz Ali (RA) bir suikast sonucu şehit edilmiş, Hz Hasan (RA) zehirlenerek şehit edilmiştir. Bu süreçte gücünü ve devlet üzerindeki etkisini iyice arttıran ve halifelik yolunu açmış olan Muaviye, halifeliği saltanata çevirerek kendi soyuna geçmesini sağlamak üzere oğlu Yezid’e biat edilmesini istedi. Tarihi kayıtlara göre; devletin gücü kullanılarak, itiraz edenlerin bir kısmını makam, mal, mülk yani menfaatle, bir kısmını suikast sonucu öldürerek, bir kısmını da ölümle tehdit edilerek ya da zarar göreceği korkusu ile tarafsız görünmesini sağlayarak biatleri alınmıştır. Bu konuda tek engel olarak biat etmeyi reddeden Hz. Hüseyin’in (RA) başında olduğu Ehlibeyt ve taraftarları görülüyordu. Hz. Hüseyin’e (RA) desteklerini açıklayan ve davet eden Kûfe halkını da korku tehdit ve menfaat ile yıldırarak ayrılmaları ve Hz Hüseyin (RA), aile fertleri ve yanında bulunanların yalnız bırakılmaları sağlanmıştır. Geriye kalan küçük grup ise, Fırat nehri kenarında suyla irtibatları kesilerek, savunmasız konumda olan Kerbelâ denen yerde konaklamaya zorlanmış ve Yezid’in ordusu tarafından kuşatılmıştır.
Miladi 680 yılında, Hicretin ise 61. yılında Muharrem ayının 10. gününde Emevi Yezid’in ordusu tarafından, Peygamber efendimizin (SAV) torunu ve “cennet gençlerinin efendisi” olarak övdüğü Hz. Hüseyin (AS), küçük bebekler dâhil ailesi ile yanındaki 70 civarındaki kişi ile birlikte susuz bırakılarak zulmedildi ve vahşi bir şekilde katledildiler. Sadece çok hasta olan oğlu Zeynel-Abidin hayatta kalmıştır. Bu ne kindir ki; Hz. Hüseyin (RA) şehit edildikten sonra vücudunda altmıştan fazla yara izi bulunduğu belirlenmiştir. Cesedi atlara çiğnetilmiş, önce saçları sonra da başı kesilerek mızrağın ucuna takılarak şehirlerde teşhir edilmiştir. Hatta içinde fazla bir şey olmayan çadırı, kadınların küpe vb. takıları, Hz. Hüseyin’in üzerinde bulunan kılıcı, ayakkabıları dahi yağmalanır.
Daha sonra Yezite biat etmeyen Mekke ve Medine halkına, Harre denen olaylarda ise, gayri müslimlerin bile cesaret edemeyeceği zulümler yapılır; Medine yağmalanır, karşı çıkanlardan sahabeler olmak üzere çoğu öldürülür, kadınlara tecavüz edilir. Mekke kuşatılarak atılan mancınık gülleleri ile Kâbe duvarları yıkılmıştır. İsabet alan “hacerül esved” de üç parçaya bölünmüştür.
Toplum içerisinde, sanki Hz. Hüseyin (RA) ve taraftarları devletin birliğine tehdit eden teröristmiş yaklaşımı, baskısı ve propagandası ile yapılan zulme “İslam ve devlet” adına yapılıyor görüntüsü verilir. Sonra da tüm Emevî dönemi boyunca camilerde hutbelerde Hz. Ali (RA) başta olmak üzere, Ehl-i beyte (Peygamber efendinizin SAV‘in hane halkı, aile fertleri demektir) ve taraftarlarına hakaret ve lanet edilir.
Her şeye rağmen ehli beytin tarafında olan ve “ses çıkaranlar” baskı görür, toplumdan dışlanır. Dışlanan bu gruplar genelde şehirden uzak yerlerde izole denebilecek alanlarda yaşar hale gelmişlerdir. Hutbelerde ehli beyte hakaret edildiği için camilerden de kopmuş, toplumdan beşeri, sosyal, kültürel uzaklaşma sonucu yıllar içerisinde ayrışmayı arttırıcı farklılıklar, yorumlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Zamanla ifrat ve tefrit noktasına varan gruplar da meydana çıkmak için uygun ortamlar bulmuştur. Olaylarda Ehli beytin haklı olduğunu söylemek, ondan taraf görünmek suç sayılmıştır. Kavramlar öylesine spekülatif olarak kullanılmaya başlamış ki; yeni düzenin taraftarları, Peygamber efendimizin (SAV) yolunda olanlar anlamında “ehli sünnet” olarak tanımlanırken, Peygamberimizin (SAV) in ehli beyti tarafını tutanlar ise, sünnetin dışındaymış gibi bir toplumsal “algı” oluşturulmuştur. Bu durum, yüzyıllardır toplum bilincine öyle bir kazınmıştır ki; günümüzde bile “ehlibeyt” ifadesini biraz fazla kullananlara şüpheyle bakıldığı dikkatinizi çekmiştir.
Bu acı olaylar, inançlara ait bir farklılıktan kaynaklanan bir kavga ya da mücadele sonucu çıkmış değildir. Tamamen siyasi hırs, ihtiras ile devleti ele geçirmek için yapılan zulmün sonucudur. Muaviye bir konuşmasında bunu açıkça söylemiştir; "Vallahi ben sizinle namaz kılmanız, oruç tutmanız, zekât vermeniz ve haccetmeniz için savaşmadım. Ben sizinle sadece üzerinize emir olmak için savaştım. Siz istemeseniz de Allah bana bunu nasip etti, başardım.”
Hal böyleyken, İslâm dünyasında birbirine karşı fitne ateşinin her an yükseltilebileceği, temel inanç farklılıklarının olduğu propagandasının geçmişten günümüze düşmanlarca sürekli işlenmekte olduğu iki büyük hassas alan oluşturulmuştur.
Maalesef Emevilerden sonra da bu ayrışmayı giderici bir yaklaşım da bulunulmamış, sessiz kalınmış ve günümüze kadar bu fay hatları bir şekilde devam etmiştir. Her iki taraftan da bu durumdan istifade eden, bundan geçinen, sosyal statü ve menfaat sağlayan kişi ve grupların bunu kaşıdığı da unutulmamalıdır.
“Sünnî” tarafın bu zulme üzüldüğü, derinden acı duyduğu muhakkak. Bu evlerin her birinde asırlardır ehli beytin isimlerini taşıyan çocukların bulunması da bunu gösterir. Sünni kesimin, sahabeler arasındaki bu “ihtilafın” ve meydana gelen acı olayların sahabenin geneline ve daha ileri gidilerek Peygamber efendimize saygısızlığa varabilecek düzeye ulaşabileceği endişesi ile fazla irdelenmemesi şeklindeki duruşu; zulmü yapanların, İslam’ın en büyük fitnesini çıkaranların ve yaptıkları yanlışların ve zulümlerin açıklıkla dillendirilmediği, üstü kapalı geçiştirildiği eleştirilerine yol açmıştır. Bu durum, “sünni” lerin Yezid’ in tarafını tuttuğu algısına yönelik propagandalara da malzeme yapılmıştır.
Bu çok hassasiyet gösterilmesi gereken bir durum olmakla birlikte, inanç farklılıklarından kaynaklanmayan, dünyaya ait menfaat ve işleri kapsayan bu olaylarda, kişi ve kurumları objektif olarak incelemek, değerlendirmek gerekir. Yangını yeniden körüklemeden ve yeni ayrılık noktaları oluşturmadan, doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilmek ve bunlardan dersler çıkarabilmek gerekir. Sadece peygamberler hatadan, yanlıştan korunmuş kişilerdir. Bu nedenle objektif değerlendirmeler, sahabe ve tabiine saygısızlık değildir, böyle de görülmemelidir. Unutmayalım ki bu fitne sürecinin sebep olduğu savaşlarda ve yapılan zulümler sonucu bir kısmı yukarda anlatılan olaylarda binlerce sahabe, tabiin katledilmiş ve şehit olmuştur. Takip eden yüzyıllarda da “taraflar arasında” yapılan savaş ve çatışmalarda da İslam dünyasına mensup ne kadar insanın öldüğünü ve bir takım oluşumlar ile dünya çapında bu çatışma ortamının hala nasıl devam ettirildiğini unutmayalım.
Tarafların tamamının dünyadan göçtüğü, aradan asırlar geçtiği ve zamanda geri dönüp bir şeyleri değiştirmemiz mümkün olamayacağına göre; yapılan yanlışlara “yanlış” diyerek, mağdur olanların sevgilerini gönlümüzde ki müstesna yerlerinde korumak, olaylardan ibret ve ders almak gerekir. Aynı fitnenin devam ettiricileri olarak görünmemek, öyle de olmamak gerekir. Bu olaylar ve kişilerle ilgili en adil hükmü, gizliyi de açığı da bilen (En’am, 3), Allah (CC) verecektir.
1400 yıldır görülmeyen, uçurumları kapatacak, birliği beraberliği sağlayacak bir “Müslüman aydınlanması” bundan sonra olur mu dersiniz. Ya da Müslümanlar, bu yönde bir gayrete ihtiyaç duyuyorlar mı?
Muharrem ayının onunda, hikâyesi farklı olan, bilmem kaç çeşit malzemeden pişirilmiş aşure geleneği abartılı şekilde daha öne çıkartılarak, Kerbelâ olayında simgelenmiş bu büyük fitne hareketinin İslam dünyasında açtığı ve halen acısı devam eden yarayı gölgeler hale getirmemek gerekir. Allah (CC), yaralarımızı sarmamızı, kucaklaşmamızı, birlik ve beraberlik içinde güçlü olmamızı ve benzeri fitnelere karşı uyanık olmamızı sağlasın.