Emanet, güvenmek, korku ve endişeden emin olmak anlamına gelmekle birlikte güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak verilen şey manasına da gelmektedir. Bu dünyada İnsanın sorumluluk alanına giren her şey emanettir. İnsanın, Yaradan’ına, ailesine, yaşadığı topluma, hayvanlara ve doğal çevresine, hatta insanlığa karşı görev ve sorumluluklarından tutunuz da, korunmak üzere geçici bir süre için kendisine bırakılan eşyaya varıncaya kadar hepsine emanet denmiştir.
Ehliyet, kişinin sorumluluk üstlenme ve haklarını kullanma yeteneğini ifade eder. Ehliyet kişiye yetki vermeyi sağladığı gibi onun dini, toplumsal ve hukuki sorumluluğu yerine getirebilecek özelliklere sahip olduğunu da göstermektedir. Bir kişinin ibadetle mükellef tutulmasından evlilik ve ticarete varıncaya kadar her türlü sosyal, ekonomik ve hukuki sorumluluğu için ehliyet aranır.
Kullukta olduğu gibi insanın toplumdaki sorumlulukları da ehliyet kavramı çerçevesinde değerlendirilir. Kanunlar karşısındaki sorumluluk açısından pozisyonunu ehliyet belirlemelidir. Allah Elçisi’nin tebliğ ettiği din, kulun davranışlarının hem dünyada karşılığının olacağını, hem de ahirette hesaplarının verileceği prensibi çerçevesinde bir ahlak sistemi oluşturmuştur.
Mekke'nin fethinden sonra Peygamberimiz (SAV) bineği üzerinde Kâbe’yi tavaf ettikten sonra Kâbe’nin içine girmek istedi. Kâbe’nin anahtarı atalarından Osman bin Talha'ya intikal etmişti. Allah'ın Resulü, Osman'dan anahtarı istedi. Osman anahtarı vereceği sırada Hazreti Peygamber'in amcası Abbas, bundan böyle anahtarın kendisine teslim edilmesini ve kendisinde bulunan Sikayet (hacılara su verme) ve Sidanet (Kâbe bekçiliği) hakkının da kendisine verilmesini istedi. Osman bin Talha ise bu haktan yoksun kalmamak için uzattığı anahtarı geri çekti. Aynı hareket iki kere daha tekrar edildi. Peygamberimiz üçüncü kez isteyince Osman, ‘‘Allah'ın emaneti olarak veriyorum’’ dedi. Allah'ın Resulü içeri girdi, Kâbe’yi putlardan temizledi ve çıktı. Osman bin Talha'yı çağırdı, ‘‘Osman, işte anahtarın, bu gün vefa ve iyilik günüdür’’ dedi, sonra da Nisa Suresi'nin 58. ayeti indi. Allah (cc) bu ayette: ‘‘Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.’’ Buyurdu.
Bilindiği gibi Kuran-ı Kerimin ayetlerinin hepsinin nüzul sebebi yani iniş sebebi vardır. Hemen hemen tamamı bir olay veya bir sorun üzerine nazil olmuştur ve Kuran’ın tamamlanması 23 yıl sürmüştür.
Ayetin inişine sebep olan bu olayda görüldüğü gibi Allah'ın Resulü, Kâbe’nin anahtarını amcasına değil, babadan atadan bu işin sahibi ve ehli olan kişiye vermiştir. Çünkü Osman bin Talha bu işi hakkıyla yerine getiriyordu. Aslında bu olay ve devamında nazil olan ayet bütün insanlığa bu konuda ilahi bir rehber ve emir niteliğindedir.
Peygamberimiz (SAV) yine işi ehline verme konusunda şöyle buyurmuştur: ‘‘Müslümanların bir işine bakan kimse, o işi daha iyi yapacak biri varken bir başkasına verirse Allah'a, Resul'üne ve müminlere hıyanet etmiş olur.’’ (Muhammed Cemaleddin Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vil, 5:1334.)
O halde, yöneticilerin her işin başına dostluk, akrabalık, soyluluk, siyasi gibi yakınlık gözetmek yerine, o işi en iyi bilen ve daha iyi yapacak olana vermeleri, Allah’ın emri, Peygamberin sünneti olmakla birlikte aklın, vicdanın ve adaletin gereğidir.
İki kişi, Allah'ın elçisine gelip kendilerini emir (yönetici) tayin etmesini isteyince Peygamberimiz, ‘‘Biz, işimizi isteyene ve mevki düşkününe vermeyiz’’ diye buyurmuşlardır.
Kıyametin ne zaman kopacağını soran birine Allah'ın Resulü; ‘‘Emanet zayi olduğu zaman kıyameti gözetle’’ demiş, ‘‘Emanet nasıl zayi olur?’’ sorusuna karşılık olarak da ‘‘İş, ehli olmayanların eline geçerse kıyameti bekle’’ buyurdu. (Buhari)
Toplumların ve devletlerin kıyameti ise çöküştür. Bu çöküşü hazırlayan sebeplerin başında kötü yönetim gelmektedir. İşi ehline vermeyen, devletin imkân ve makamlarını her türlü adalet ve vicdan ölçülerinin dışında eşe, dosta, akrabaya ikram eden yönetim her zaman başarısız olur.
Peygamber Efendimiz, daha peygamber olmadan önce müşrikler kendisine “Muhammed-ül Emin” ismini vermişlerdi. Mekkeliler onu bu unvanıyla tanırlardı. Peygamber olarak görevlendirilince, Mekke müşrikleri içinde bulundukları makam, mevki, saltanat gibi maddi ve manevi kazanç kaybına uğrayacaklarını düşündüklerinden ona düşman oldular ve onu ortadan kaldırmak için bütün güçlerini seferber ettiler. Hâlbuki O’nu öldürmek için bir araya gelen bu insanlar, birbirlerinden çok O’na inanıyor, kıymetli eşyalarını, altın ve mücevherlerini ona emanet olarak bırakıyorlardı. Efendimiz ise kendisini öldürmek isteyen kişilerin mallarını yine en iyi şekilde muhafaza ediyor ve Mekke'den Medine'ye hicret ettiği gece yanındaki emanetlerin sahiplerine verilmesi için Hz. Ali'yi bırakıyor ve bu sıfatla anılmayı ne kadar hak ettiğini, emanetlerin ehline verildiğini ispat ediyordu.
Bu emrin en güzel uygulamalarını şüphesiz Allah Elçisi yerine getirmiş, onun ashabı da buna riayet etmeye çalışmıştır. Bilhassa atamalarda bu hususa önem gösterilmiştir. Ehliyetin ortaya çıkmasını sağlayan prensiplerden biri meşveret, yani istişaredir. Bu sebeple Hz. Peygamber imkâna göre bazen dar, çoğu zaman da geniş çerçeveli istişare toplantıları yapardı.
Bu sünnet kendisinden sonra sahabe tarafından da ciddiyetle uygulanmıştır. Mesela Hz. Ebubekir, halife olduğunda icraatlarında daima Allah’ın kitabını ve Allah Elçisi’nin faaliyetlerini ölçü alacağını şu veciz konuşmasıyla ifade etmiştir: “Ey insanlar! Sizin en faziletliniz olmadığım halde idare işinizi üzerime aldım. Bildiğiniz gibi Kur’an nazil olmuş, Peygamber de sünnetlerini ortaya koymuştur. O, Kur’an ve sünneti bize öğretti, biz de öğrendik. Biliniz ki, en büyük akıllılık takvadır. En büyük ahmaklık ise doğru yoldan çıkıp günah işlemektir. Gasp edilen hakkını alıp kendisine teslim edinceye kadar zayıf olan kimse benim nazarımda en güçlünüzdür. Gasp ettiği hakkı kendisinden alıncaya kadar da güçlü olan kimse, benim nazarımda en zayıfınızdır. Ey insanlar! Ben sadece kendinden önceki bir rehbere tabi olan biriyim, yoksa yeni bir şey icat eden biri değilim. Şayet bu idare işini güzel yaparsam bana yardım edin! Yok, eğer doğru yoldan saparsam beni doğrultun” (İbn Sa’d, Tabakât, III, 167).
Hz. Peygamber (SAV) ve ashabının özen gösterdiği ehliyet prensibine sonraki dönemlerde yeterince önem verilmediği anlaşılmaktadır. Bu prensibe riayet edildiği dönemlerde toplumda refah ve memnuniyet artarken, önem verilmediği dönemlerde liyakatsiz görevlilerin hoşnutsuzluğa yol açan hatalar yaptıkları bir gerçektir. Bu sebeple göreve getirilecek kişilerin hakkaniyet ve adalet ölçülerini esas alan objektif kriterlerle belirlenmesi önemlidir.
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz.” hadis-i şerifini herkes özellikle de idareciler kendilerine düstur edinmelidirler. Bir çoban güttüğü koyunlardan, bir aile reisi kendi ailesinden sorumlu olduğu gibi, bir devlet reisi de bütün halkından ve ülkesinden sorumludur.
Her işte bilgili ve ihtisas sahibi olanlar istihdam edilmelidir. İdeal insan hem istikameti düzgün, iyi ahlak sahibi, Allah korkulu ve iyi niyetli, hem de görevinde başarılı ve ihtisas sahibi olmalıdır. Bu çok güzel ve arzu edilen bir durumdur. Aksi halde hem o görevi alan hem de onu o göreve getirenler sorumlu duruma düşerler.
Her mesleğin kendine has özellikleri ve terminolojisi vardır. Özellikle bir kurumun faaliyetleri ile ilgili hiçbir bilgisi olmayanların o kuruma yönetici olarak atanması, hem çalışanların motivasyonunu bozar, hem de başarıyı olumsuz yönde etkiler. Özel sektör, kar amaçlı çalıştığından mesleğe yabancı, tecrübesi olmayan, o konuda ehliyet sahibi olmayan insanları hatır için kadroya almaz.
Ancak kamu dediğimiz, milletin emaneti olan kurumlarda geçmişten beri hatır-gönül mantığıyla üst yönetim atamalarında bu tip uygulamalara şahit olmaktayız. Kendi sektörümüzden örnek verecek olursak münavebe, nadas, kepek, hasat, dana, buzağı, inek, tosun, kelimelerinin anlamını bilmeden personeliyle nasıl diyalog kurabilir ve nasıl başarılı olabilir? Yabancı olduğu kuruma ne katkı sağlayabilir? Aynı dili konuşmadan nasıl anlaşma sağlanabilir?
Eskiden kurumlarda usta-çırak ilişkisi vardı. Genç personel, Kıdemli olan elemanlara saygı gösterir ve onların tecrübesinden yararlanır, Kurumu ve faaliyetlerini onlardan öğrenir ve kendilerini yetiştirirdi. Kurumlarda aidiyet duygusu vardı. Kurum içindeki terfilerde başarı, tecrübe, liyakat, dürüstlük, temsil kabiliyeti, sorumluluk duygusu gibi faktörler ön planda tutulurdu. Meslekle ilgisi olmayan insanların üst kademelerde başarılı olması mümkün değildir. Aksi takdirde Peygamberimizin ifadesiyle kıyamet alametidir.
Kamuda başarıyı etkileyecek hususlardan biri de performans ölçüsüdür. Tabiri caizse suyu getirenle testiyi kıran aynı değere sahip olmaktadır. Hatta bazı zamanlar testiyi kıran daha makbul sayılmaktadır. Personel başarısına ve verimliliğine göre değerlendirilmeli, ölçülebilir değerlerle Performansa dayalı ücretlendirme sistemi mutlaka getirilmelidir. Kamudaki teftiş sisteminin de yeniden masaya yatırılması gerekmektedir.
Kırk iki yıllık kamu görevi sonunda şu kanaate vardım: Özel sektörde çok çalışanın rızkı (geliri) artarken, Kamuda çok çalışanın riski artmaktadır. Çoğunlukla “neden yapmadın?” yerine, “neden böyle yaptın?” sorusu sorulmaktadır. Suiistimaller hariç, İş yapanın hata yapma ihtimali her zaman söz konusudur. “Çok iş çok hata, az iş az hata, sıfır iş sıfır hata” diyebiliriz. Kamu yönetiminde bu hususların masaya yatırılmasında kamu menfaati açısından büyük fayda olacağına inanıyorum.
Mehmet TAŞAN
Ziraat Yüksek Mühendisi
Emekli Genel Müdür