Mehmet Çatakçı
Yaşadığımız yüzyıldan geriye doğru baktığımızda özgürlük kavramının dünyanın en etkileyici kavramlarından birisi olduğunu görürüz.
Ancak tarihsel süreç içinde özgürlük kavramı üzerinde bir görüş birliğinin olmadığını da belirtmek gerekiyor. Gerek özgürlüğün göreceli bir kavram oluşu ve bireylerin algısına göre değişebilir oluşu ve gerekse toplumların sahip oldukları kültüre göre değişkenlik arz etmesi dolayısıyla da ortaya farklı felsefî tanımlar, özgürlüğün çeşitli türleri arasında bazı ayırımlar ortaya çıkmıştır.
Özgürlüğün ahlakî bir erdem olduğu ortak paydasındaki tanımları çoğaltmak elbette mümkündür. Mesela İslam filozoflarından İbn Rüşd, Platon’un Cumhuriyet’i ile ilgili yaptığı açıklamalarda, onun görüşünü, ‘her insan özgür birey olduğuna inanmalıdır’ şeklinde anlamıştır. İbn Rüşd’ün, Platon’a izafe ettiği sözü, ‘her insan özgür birey olduğuna inanmalıdır’ önermesi olarak alması, onun bireyin özgürlüğü sorununa en temelde bakışını göstermesi bakımından son derece önemlidir. Bu önermeyi, başka bir ifadeyle ‘özgürlük, ona inanmakla başlar’ şeklinde anlamak da mümkündür.”
Biliyoruz ki İslam’ın muhatabı özgür bireydir, çünkü Kur’an’ın önerdiği hakikatleri ancak özgür iradeye sahip bireyler değerlendirebilir. Allah iyiyi ve kötüyü tarif etmiş, seçimi akıl ve irade sahibi insana bırakmıştır. Zaten dünyanın bir imtihan yeri olmasının hikmeti de budur. Dolayısıyla hiçbir sorgulamaya tabi tutmadan, her şeyi sadece ‘itaat’ kavramı üzerinden izah etmeye çalışan bireylerin özgür olması mümkün değildir.
Fransız felsefeci Frederic Gros “İtaat Etmemek” kitabında Dostoyevski’nin Karamozof Kardeşler romanının kahramanı İvan’ın, Hz. İsa’nın sembolik olarak yeniden dönüşünü anlatan şiiri üzerinden ‘itaat’ kavramıyla ilgili ilginç değerlendirmelerde bulunuyor.
İvan’ın hikayesine göre, dünyaya geri dönen Hz. İsa’ya şeytan üç teklifte bulunur. Kitaptaki anlatıma göre, şeytan uzun bir oruç sürecinden sonra çölde zayıf düşmüş İsa’nın karşısına çıkar ve ondan önündeki taşları ekmeğe çevirmesini ister.
Hz. İsa şöyle cevap verir:
“Hayır, insan yalnız ekmekle yaşamaz” Sonra şeytan İsa’yı tapınağın tepesine çıkararak kendini o yükseklikten aşağı bırakmasını ister. Çünkü meleklerin, düşmesini engellemek için onu taşıyacakları yazılıdır. Böylece İsa, olduğunu söylediği kişi olduğunu kanıtlayacaktır. İsa buna da karşı çıkar: “Hayır, ‘Tanrı Rab’bi denemeyeceksin’ diye yazılmıştır.” Sonunda onu göz alabildiğine tepeleri ve yaylaları kapsayan çok yüksek bir dağa çıkaran şeytan, dünyanın bütün krallıklarını önüne serdikten sonra kendisine bir kez tapınırsa ona bütün bu gücü bahşedeceğini söyler. İsa ona şöyle cevap verir: “Hayır çekil git şeytan! ‘Tanrım Rab’be tapacak, yalnız O’na kulluk edeceksin’ diye yazılmıştır.”
İşte bu üç reddedişle Hz. İsa, köle bir topluma hükmetmek istemediğini göstermiştir. Çünkü ona özgür insanlar gereklidir. Çok açıktır ki Hz. İsa, güzelliklerin bölüştürülmesinde Adaletin efendisi, herkes için mutlak ve nesnel doğrulamayla kanıtlanmış bir gerçeğin efendisi ve insanları boyunduruk altına alıp bir araya getiren ‘gücün efendisi’ olmayı reddeder. Sonuç olarak İsa, itaati oluşturmak istemez. O insanlık onurunun bir parçası olan özgürlüğü istemekte ve beklemektedir.
Kuşkusuz Vera’nın şiirindeki bu anlatım sembolik bir anlatımdır. Esas itibariyle bizim anlamamız gereken, Allah’ın ‘eşrefi mahlukat’ olarak yarattığı akıl ve irade sahibi insanın kararlarını kendi özgür iradesiyle vermesidir.
Maalesef yüzyıllar içinde şekillenen gelenekler ve despotik yönetimlerin oluşturduğu ‘itaat kültürü’, Allah’ın özgür bireyler olarak yarattığı insanları sadece itaat eden sürülere dönüştürmüştür.
Bu yüzden de özellikle Müslüman toplumların başına geçen despotik yöneticiler, ‘itaat’ etmeyi dinin bir vecibesi gibi sunarak hem kendi iktidarlarını garanti altına almışlar hem de yüzyıllar içinde Müslümanların geri kalış hikayesinin taşlarını döşemişlerdir.
Ne hazindir ki bugünkü Müslüman toplumlar da bu ‘itaat döngüsü’nün kurbanı olmaya devam etmektedirler.
Ne yazık ki bugün Türkiye’de yaşanan manzara da bundan çok farklı değildir.
Dünün İslam toplumlarında sultanlar, padişahlar, krallar “Devleti yöneten sultana itaat etmez, onu sorgulayıp eleştirirseniz devletin bekası tehlikeye girer” diyerek Müslüman bireylerin özgür iradelerini ipotek altına almışlarsa,
bugün de Türkiye’yi yönetenler, “Eğer biz kaybedersek din elden gider, camiler kapanır, ezanlar susar, bayrak iner” benzeri hamasi söylemlerle dindar insanları susturmaya devam ediyorlar.
Bu gibi söylem ve eylemler hep kaybettirmiştir.