Mehmet Çatakçı
Herkesin malumu olan bir gerçek var ki hiçbir ekonomik realiteye uymayan bir anlayışla, Türkiye derin bir ekonomik kriz yaşıyor. Böyle bir ortamda Mehmet Şimşek’in ekonominin başına gelmesini umutla karşıladık.
Bu gerçekten de Türk ekonomisi açısından büyük bir imkandı, Şimşek’le birlikte ekonomi pozitif bir ivme kazanabilir ve ülke makus talihini yenebilirdi.
Ama gördük ki değişen bir şey yok. Seçim öncesi popülist bir anlayışla bol keseden dağıtılan paralar, hiçbir plan ve programa dayanmadan yapılan zamlar ekonomik dengeleri bozmuş ve Türkiye’yi kelimenin tam anlamıyla çıkışı olmayan bir labirente mahkum etmiş bulunuyor.
İktidar da geniş toplum kesimleri de biliyordu ki seçim sonrası hepimizi bir fırtına bekliyordu. Nitekim Mehmet Şimşek’in şu ana kadar yaptığı tek icraat, insafsız ve adaletsiz vergiler ve zamlar oldu.
Kimse kusura bakmasın, eğer bir gece ansızın akaryakıta tarihin en büyük zammını yapmak (yüzde 198) bir yönetim maharetiyse, bunun için ekonomist olmaya filan gerek yok. Nurettin Nebati de pekala bu zamları yapabilirdi…
Ancak bütün kabahati Şimşek’e yüklemek de hakkaniyetli bir tutum olmayacaktır. O şimdi işçiye, memura, emekliye verilen zamları geri alıyor o kadar…
Zira 2018’den beri yürütülen hayali ekonomi politikalarının sonunun halka kesilecek ‘acı reçete’lye sonuçlanacağı belliydi. Bu enkazın sorumlusu elbette Mehmet Şimşek değil ama bugün sorumluluk makamında olduğuna göre, canı yanan vatandaşın hedefinde doğal olarak Şimşek var.
Maalesef bu durumu kabullenmek hepimize zor gelse de şu anda acı ilacı içmekten başka bir çaremiz yok. Kuşkusuz Şimşek’in icraatları sadece vergi artışlarıyla sınırlı olmayacaktır, sürdürülebilir bir ekonomik rota oluşturabilmek için mutlaka kapsamlı bir programı devreye sokacaktır.
Ancak hemen belirtelim, Mehmet Şimşek’in başarılı olabilmesi ve ekonomiyi rayına oturtabilmesi için oluşturulacak ekonomik programın kesinlikle hukukla takviye edilmesi şarttır. Biliyoruz ki Türkiye epey bir süredir ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesini kaybettiği için demokratik dünya nezdinde güvenilirliğini büyük ölçüde yitirmiş bulunuyor. Dolayısıyla siyasi iktidarın ‘güven’ oluşturabilmesi için ekonomik programla birlikte yargısal anlamda da somut adımlar atması şart. Ekonomideki bir takım rasyonel adımlar, geçici olarak belli ölçüde uluslararası finansal akışın önünü açabilir belki ama nihai olarak bu Türkiye’nin derdine çare olmayacaktır.
Bu açıdan bakıldığında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın AB hamlesi umut verici, ancak kapsamlı reform adımları atılarak ‘güven’ tesis edilmeden Avrupa ile ilişkilerin gerçekçiliğini test etmek mümkün değil.
Evet şu ana kadar gerek pozitif bir kabine oluşumu, gerekse Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özellikle Avrupa Birliği bağlamında verdiği mesajlar bir iyimserlik rüzgarı estirdi. Ancak bu rüzgarın ne ölçüde somut adımların atılmasına imkan tanıyacağını kestirmek ne yazık ki pek mümkün değil. Zira geçmişte de benzer söylemler dillendirilmiş, ancak ekonomik ve hukuksal anlamda atılması gereken adımlar atılamadığı için Türkiye kendi kapalı dünyasına geri dönmüş ve ‘dış güçler’ edebiyatıyla baş başa kalınmıştı. Umarız aynı labirente geri dönmek zorunda kalmayız.
Şimdi Türkiye’nin önünde iki yol var; ya ekonomide ve hukukta rasyonaliteye dönerek bütün demokratik ve kalkınmış dünya gibi kimsenin yardımına muhtaç olmadan sürdürülebilir şeffaf ve hesap verilebilir bir sistem inşa ederiz ya da bugün olduğu gibi Arap ülkelerinin himmetine muhtaç bir ülke olmaya devam ederiz.
İşte tam da buna itiraz ediyorum… Türkiye gibi ekonomik anlamda ciddi bir potansiyele ve yetişmiş dinamik insan gücüne sahip bir ülkenin önünde akla ve bilime dayalı çok daha kolay bir yol varken bunları elinin tersiyle itip, bütün enerjisini birkaç Arap ülkesinden para bulmaya harcaması doğrusu akla ziyan bir durum.
Düşünebiliyor musunuz, Maliye Bakanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı daha işe başlar başlamaz Katar, BAE ve Suudi Arabistan seyahatine çıkıyor ve oralardan finansal destek bulmaya çalışıyor. Ne kadar incitici ve iç acıtıcı bir durum… Bütün meselemiz bu mu yani?
Ama kabul edelim ki uluslararası camiada bütün saygınlığını yitirmiş, hukuki güvenilirliği kaybolmuş bir ülkenin başka bir çaresi de yok demektir. Eğer iktidar yeni söyleminde samimiyse, hiç zaman kaybetmeden bu fotoğrafı tersine çevirmek zorundadır. Aksi taktirde kendi değerli yalnızlığımızla baş başa kalıp halimize şükrederiz…